söndag 11 augusti 2019

Hacı Şero efendi nasıl hamile kaldı

Biliyorum, sinirlenecek, ”erkekler hamile mi olur mu?”, diye soracak ve bana kızacaksınız. Haklısınız efendim. Sizin yerinizde olsam, bende kızar, üstüne de Mardine has bir küfür bastırır, afiyet olsun derdim.

Sinirlendirmek değil, insanlara yüklenen stressi azaltmaktır niyetim. Sizleri, dünyada ilk üniversitenin kurulduğu Mezopotamya’nın şirin bir ilçesine, Nusaybin’e, bir zaman yolculuğuna davet ediyorum. 70’li yıllarda vuku bulmuş bir olayı dinleyip, yerinde görüp dinlemeye ve kahramanlarıyla birlikte bu güzel anılarda gezinti yapmayı düşünüyorum. Sonrası Allah kerim.

Yalan mı? Ben mi? Asla. Efendim, Hüda vekilim, gönüller sultanı ve kalplerin efendisi Mor Gabriel şahidim, şahlar şahı Hz. Ali efendimizin torunu Zeynel Abidin hazretleri yeminim, her sabah yüzümü döndüğüm, aşkımı ve sevdamı dile getirdiğim kutsal Laleş’in ocaklarının ateşinde kül olayım, elliyi aşan gençliğime doyup, murad almadan can vereyim, karoseri Ford, motor kısmı Man’a ait, her iki kısmı cıvıta ve kalın şeritle birbirine bağlayarak kendine has bir kamyonu  icat edip, Omeriyan köylerinin hizmetine sokan Hemedoke kamyonu çarpsın, parça parça olayım, yalan söylediğimde Amed ve Turabdin’e şifa dağıtan Sultan Şehmus ziyaretinin gazabına uğrayıp kafadan sakat ve bir gözden kör olayım, Yüce Hüda behiştinden değilde, zemherisinden mahrum etsin ki, sadece ama sadece doğruyu söyleyeceğim ve spekülasyonlara yer vermeyeceğim. Zaten bizim Nusaybin terminal emektarı simsar Mihe’de yalan olur, bende hiç olmaz.

Efendim, bir süre önce Nusaybin’in Omeriyan mıntıkasına bağlı bir köyde, evli ve çoluk çocuk sahibi, saygınlığıyla tanınan Hacı Şero (Şero Kürtçede Aslan anlamında, erkeklere takılan bir isimdir) hamile kalmıştı. Olayın gerçek olduğu iki doktorun, Nusaybin’de Dr. Leheng ve Mardin’de Uzman Dr. Brusk’ün muayene ve tahlil sonuçlarıyla kanıtlanmış, kesinlik kazanmıştı. Adam maalesef hamile kalmıştı ve karnı günden güne şişiyordu.

Dr Leheng muayene ve test sonuçlarına şaşırmış, inanmamıştı. Hastayı yeniden muayene etti. Tahlillerini bir daha yaptırdı. Sonuç aynıydı. Dr Brusk bu konuda uzmandı, telefon açtı ve o’na danıştı. Şero’dan acele Mardin’e gitmesini istedi:

- Buradaki testler hastalığınla ilgili neticeyi tam olarak yansıtmıyor. Emin olmak için seni Mardin’e, Dr. Brusk’a havale etmem gerekiyor. Hemen gitmen gerek. Ben telefon edip haber verdim. Doktor seni beni bekliyor.

Şero, ne ettiyse Dr. Lehengi konuşmaya ve tahlillerin sonucunu söylemeye ikna edemedi. Mardin’e giden bir dolmuşa bindi. Yol boyunca, beynini kurcalayan cevapsız sorusuyla boğuşarak Mardin’e vardı ve Dr. Brusk’ün muayenehanesine yöneldi. Salondaki hemşire bekletmeden doktora yönlendirdi. Uzun süren muayenesi ve yapılan testlerin sonucu sadece bir gerçeğe işaret ediyordu. Doktor Brusk hastasının sakin olmasını istedi ve Şero’ya hamile olduğunu söyledi.

Üç çocuk babasıydı Şero. Hiç anne olmamıştı ki hamilelik ve annelik duygusuna sempati duysun, ısınsın ve bilsin. Beklemediği böyle bir sonuçla karşı karşıya kalınca, garip duygular ve sıkıntı sarmıştı her yanını, dinamitleniyordu kalbindeki volkanlar ardı ardına, soğuk terlere boğulur gibi oluyordu. Mırıldandı kendi kendine:

- Bunu da mı başıma getirecektin ya Hüda? Erkek adam hamile mi kalırmış!?

Doktorun muayenehanesi zindanın hücresine dönmüş, doktoru göremiyordu artık. Her yer karanlığa bürünmüştü sanki. Oturduğu sandalyenin derisi, sıkıntının yaratığı ter yüzünden olacak ki poposuna yapışmış, kaşındırıyordu. Kıçındaki normal kaşıntıya bile şüpheyle bakıyor, erkek mi değil mi hisleriyle boğuşmak zorunda bırakıyordu. Kalbindeki yanardağla ve vücudunun her yerinden dökülen terlerin seline kapılıyor, kafasındaki birçok cevabı bulunmaz soru, çözümü imkansız sorunuyla sürükleniyordu.

Çocuklarını hatırladı bir ara. İki kızı bir de oğlu vardı. Sevindi, onları hatırlayınca. Sevinci kedere boğulmuştu, hamileliğini hatırlayınca. Şimdiye kadar “baba” diye hitap ediyorlardı o’na. Peki bundan sonra, yani hamilelik olayını duyduktan sonra nasıl sesleneceklerdi babalarına, “anneciğim” mi, yoksa “babacığım” mı? Ya köylüleri, tanıdıklar, dost ve akrabalar ne diyecekti ona? “Bayan” mı, yoksa “erkek” gözüyle mi bakacaklardı?

İki cinslilik ne garip duyguymuş, diye düşündü. Bilen bilmeyene anlatsaydı, bu kadar zoruna gitmeyecekti. Kendi cinsiyetinden şüphe dolu bakışlarıyla salondaki aynada baktı kendine, kaşına, gözüne, dudaklarına ve endamına. Kalçasını saladı biraz, alıcı göz ile baktı sonra. Dolgun kalçasını hayra yormadı. Cinsiyetine şüpheyle yaklaşma düşüncesi beynini kemiriyordu. Kafasındaki şüpheleri gidermek için tuvalete yöneldi. Pantolon ve donunu aşağıya kadar indirdi. Malı ortadaydı. Uzun bir süre erkeklik organını seyretti. Sağa çevirdi, sola çevirdi, aşağıya doğru eğdirdi, yukarıya doğru kaldırdı. İki bacakları arasında başka bir cinsi organın olup olmadığını kontrol etti. Yok, yok, yok. Erkeklik organı dışında bir şey gözükmüyordu. Oynaya oynaya başı kalkık erkeklik organına alıcı bir gözle baktı. Evet, eskiye nazaran biraz daha kalın olmuş, Nafido bahçesindeki patlıcanlar gibi uzamıştı.

Aslında Şero’nun hamilelik olayı köyde başlamıştı. “Henekbej”di (halk güldürü ustası) Şero. 70’li yıllarda TV’nin girdiği ev sayısı sınırlı ve radyo kültürünün az çok etkin olduğu dönemde “çirokbej”ler (anlatı ustası) yaşanmış olayları şarkılı ve sözlü olarak enstrüman eşliğinde veya sadece ses ve sözle köy ve misafir odalarını renklendirirdi. “Henekbej”ler eyvanları adeta tiyatro sahnesine çevirir, tek oyuncu gibi değişik karaktere girer, nükteli anlatımıyla herkesi düşündürür kahkahaya boğardı. Şero yaşanmış olayları yorumlarken kendisinden bir şeyler katması ilgi çekiciydi. Anlatımdaki hüneriyle dinleyicileri etkiler, maceradan maceraya sürüklerdi. Kötü huyu ise, zaman zaman aşırıya kaçması ve mektepli ve diplomalı köylü gençleri kızdırıp, okula gitmemesine rağmen onlardan daha çok sevildiğini açığa vurmasıydı. Bu huy okumuş gençleri kinlendiriyor, kendisine karşı fırsat kollamasına neden oluyordu.

Şero’nun çocukluğundan beri mercimek çorbasına bayılırdı. Gençliğinde bir leğen büyüklüğündeki kocaman tası üç defa doldurur, içine üç tandır ekmeğini de doğrayarak, dört baş soğanla yer, bitirirdi. Bunu, yaşı ilerlemesine, ellinin sınırına varmasına rağmen devam ettirdi. Son iki hafta midesi çekişten düşmüş, artık eskiden olduğu gibi içilen çorbanın yükünü taşımayacak dereceye gelmişti ki, yemekten sonra yürüyüşe çıkmasına rağmen şişlik geçmiyor, sancıların verdiği ağrıya dayamıyordu. Eve döndüğünde, pencere ve kapılar açık bırakılmasına rağmen, yaptığı osuruk kokusu her yere siniyor, oturduğu ve yakın olduğu her yere adeta yapışıyordu. Osuruk sesine boş verilir de, kokusuna dayanmanın mümkünatı yoktu. Allah korusun, hastalık evin diğer üyelerine bulaşırsa, olay hükümetin başı, Demirel’e yansır, köy tamamıyla karantina altına alınabilirdi. Karar verdi:

- Bu sancılar, karnımdaki şişlik ve makinalı gibi patlayan osuruklar ciddi bir hastalığın habercisidir. Mercimekle, gazla ile alakası yoktur. Devam ederse, Nusaybin’e Dr. Leheng’e muayene olacağım. Gerekirse Mardin’e Dr. Brusk’a kadar gider, derdimi anlatırım. Mevlam dert vermiş, dermanını aramak gerek.

Ertesi gün sancılara daha fazla dayanamadı ve doktora görünmeye karar verdi. Muayene ücreti yerine geçecek olan makul hediyesini, üzüm dolu bir sepeti yanına aldı.

70’li yıllara kadar çevre köylerin tek ulaşım aracı olan Hemedoke kamyonunun karoserine binerek Nusaybin’in yollunu tuttu. Muayenehane kapısında Dr. Leheng tarafından karşılandı. Sarıldılar. Doktora hediyesini verdi. Doktor, bir salkım üzümü yıkayıp bir tabağa koydu ve masasına oturdu. Hem üzüm yiyor hem de karın hizasını ovan Şero’ya bakıyordu.

- Neyin var Hacı Şero, karnındaki bu şiş.. yüzündeki bu üzüntü niye?
- Sorma doktor, iki haftadır karnımdaki sancı ve ağrılar yüzünden yemekten kesildim, yaşamı çekilmez hale getirdi.
- Çorbayla aran iyiydi, onu da mı içemiyorsun?
- Hüda vekil olsun ki bir tası bile bitiremiyorum artık, yarım kalıyor. Onu da ekmeksiz soğansız yiyebiliyorum.
- Bu hiçde hayra alamet değil. İnşallah ciddi bir şey değildir.. anlayacağız.

Belden yukarı soyundu ve muayene masasına sırtüstü yattı. Doktor, karın bölge yanlarını birkaç kez bastırdı. Ramazan davulu kadar şişmiş göbeğini karpuzu tıklar gibi tıkladı. Stetoskopu ile vücudun değişik yerlerini dinledi. Nefes alıp vermesini, öksürmesini istedi. Tahlilleri alınıp laboratuvara yollandı. Gelen tahlillere baktı. Bir süre sesiz ve üzüntülü bir şekilde Şero’ya baktı. Yandaki telefona uzadı ve Mardin’e telefon etti, Dr. Brusk’a anlayacağı bir dil ile Şero’nun durumunu izah edip, telefonu kapattı. Şero meraktan çatlamak üzereydi. Doktor konuşmaya pek istekli değildi.

- Muayene ve tahlil sonuçları için açıklamada bulunmamı bekleme. Tahmin ediyorum, ancak söylemek zor, nasıl izah edeceğimi bilemiyorum.
- Kötü bir hastalık mı? Hüdanın hatırı için bir şey söyle doktor, yoksa öteki tarafa yolcu muyum?
- Hastalık mı yoksa hayırlı bir haber mi, karar veremiyorum.
- Ne demek istiyorsun? Kafayı yemek üzereyim, bir şey söyle.
- Daha fazla tahlil yapılması lazım. Burada imkanlar kısıtlı ve yetersiz. Mardin’e gitmen gerek. Dr. Brusk’a telefon ettim, seni bekliyor.

O yıllarda Nusaybin ve çevre köyler hastalarını ilçedeki sağlık ocağına götürürdü. Acil vaka ve ağır hastalar Mardin devlet hastanesine havale edilirdi. Uzman doktorlar ise Mardin’de yaşamını sürdürüyor, orada muayenehane açıyorlardı. Daha detaylı tahlil ve analizleri yapmak ancak Mardin ya da Diyarbakır’da mümkündü.

Şero, hediye getirdiği üzüm sepetini kaptı ve dışarıya doğru yöneldi. Doktor dayanmadı ve sordu:

- Üzüm sepeti hediye olarak getirmemiş miydin?!
- Bu sefer bir salkımla idare et. Dr. Brusk köy üzümünü özlemiştir şimdi. Yahu hep ben mi siz okumuşların iyiliğini düşüneceğim? Biraz da siz beni düşünün, deyip sinirli bir şekilde dışarıya çıktı.

Nusaybin yazları genelde sıcak olur, 35 derecenin üstüne çıkar, kışları ise sıcaklık 15 derece kadardır. O gün, her nasıl olduysa bilinmez, doktorun söylemek istemediği hayırlı haberin etkisinden olacak ki gökyüzünü kara bulutlar kaplamış, gök gürültüsünün çıkarttığı sesler korkutucu derecede idi. Yağmur bir yavaşlıyor bir şiddetleniyordu. Yağan bu bereketin Şero’ya ne fayda getireceğini tahmin etmek zordu.

Nusaybin Mardin arasında yolcu taşıyan tek bir minibüs vardı. Minibüs Mardin’e varıncaya dek, her geçtiği semt ve köylerde duruyor yolcu alıp bindiriyordu. Tabi buna bagajları da dahildi. Ne mi vardı bagajlarında? Köyden dost ve akrabalara gidecek hediyeler ve şehir pazarında satılacak olan sebze ve meyve sepetleri, yoğurt, süt, pekmez, tavuk, yumurta, keçi, koyun ve daha neler neler. Hayvanlar insanlarla koyun koyuna yolculuk ede ede gidiyordu. Yarım minibüse kapasitesinin iki, bazen üç katı kadar yükletiliyordu. Maceralı yolculuk, yer darlığı ve sıkışma ile bitmiyordu. Sarhoş olmak için içmeye lüzum yoktu, yolcuların bıraktığı ter, osuruk ve sigara kokusu insanı duman altı etmeye yetiyordu.

Yarım otobüs yılların izini taşıyordu, yorgundu, harap ve güçsüz düşmüştü. Tepesinde oluşan noktalı paslar çürümüş, burada yer yer delikler peydahlanmıştı. Bu irili ufaklı delikler, yazları minibüsün tek penceresinin açılmasıyla havalandırma ve soğutucu vazifesi görüyordu. Her delikten hava esiyor ve kötü kokuları gidermese de tesirini hafifletiyordu. Yağmur yağdığında ise, damı eskimiş evlere benziyor, tepesindeki deliklerden damlayan yağmur akıyor, yolculara soğuk düş yaptırıyor, içeriye hamam havası veriyordu.

Minibüs motoru yorgun, kızgın ve istemsiz sesiyle Mardin girişindeki meşhur yokuşu aşmada zorlanıyordu. Eski emektar, şehir girişinden merkeze kadar uzanan yaklaşık iki kilometrelik yokuşun tam ortasında çekişten düşüyor, egzozundan çıkan kara dumanda boğuluyor, minibüs, içerisindeki yolcularıyla birlikte geri geri akmaya başlıyordu. Fren işlemsiz, debriyaj ve vitesle yavaşlatma bu minibüs için geçerli değildi. Geri giden minibüsün hızlanmasıyla birlikte kaza ve ölüm korkusu her zaman olduğu gibi, herkesin bedenini sarıyordu. Yolculardan yükselen imdat, salavat ve kelime-i şahadet sesleri etrafta yankılanıyordu. İşini duaya bırakmayan tecrübeli muavin ise, takozu elinde dolmuştan atlayıp, takozu birkaç kez tekerleklerin önüne koyarak, arabayı önce yavaşlatıyor, sonra durduruyordu. Yolcular dolmuştan inip, yokuşu geçinceye kadar minibüsü arkadan itekliyor, kazasız belasız bir şekilde Mardin’e varılıyordu. Yolculuk, minibüsün insanları bir yere kadar taşıması, bir noktadan sonra da yolcuların minibüsü itekleye itekleye Meydanbaşı’na kadar getirmesiyle son buluyordu.

Şero, minibüsün arka taraftaki köşe koltuğuna geçip oturdu. Minibüsün çalıştırmasıyla motordan yükselen yüksek sesle birlikte egzozdan kapkara duman etrafa yayılıverdi. Mardin’in Girherin köyünü geçip şehrin girişindeki o meşhur yokuşa varıncaya kadar en az 15-20 yerde durdu, yolcu indirip bindirdi. Önce Emer Pine dükkanı karşısı, ardından Cemil Xencero fırını ve Tabutçu Fetho’nun ahret atölyesi önü, sonra da Pifti ve Şemo’lara yakın sokağın başı, ardından Mahmutke çiftliği, Qesra Serçixan durakları ve diğerleri…

Minibüste oturacak yer kalmamıştı. Şero, yanında oturan şişman hanımla koltuk ve cam arasına yapışmış, hareket edemiyordu. Dışarda yağmur şiddetli bir şekilde yağıyordu. Şero’nun oturduğu koltuğun tam tepesinde üç dört delikten su damlıyor, yağmurun şiddetlenmesiyle damlalar akmaya başlıyordu. Muavin buna hazırlıklıydı. Şemsiye yerine kullanmak ve fazla ıslanmaması için Şero’ya bir parça naylon uzattı. Şero muavine yan yan bakıp, naylonu aldı, şemsiye niyetine başının üstünde tuttu. Artan sancıları, şişman hanımın sıkıştırması sonucunda bıraktığı sessiz osuruklar, doktorun anlamsız cevabı ve yağmur damlaları ile meşguldü, başka bir şey görmüyor, düşünemiyordu. Minibüsün Mardin yokuşunda çekişten düştüğünü ve geri geri gittiğini görmedi, yolcuların imdat ve dualarını duymadı, meşguldü ve bu son duraka varıncaya, tüm yolcular inip gidinceye kadar devam etti. Minibüsten inince rahatladı. Şero’yu minibüs durağında doktorun bir yakını karşıladı. Birlikte doktorun muayenehanesine gittiler. Salondaki hemşire doktora geldiğini haber verdi. Doktor Brusk ile sarıldılar, sonrada muayene odasına geçtiler.

Doktor, hemşireden tahlillerini yaptırmasını istedi. Daha sonra hastanın soyunmasını istedi. Muayene masasında kalbini ve solunum yollarını dinledi. Sırt üstü yatırdı, mide bölgesinin değişik yerlerini bastırdı, ovdu ve şişmiş tarafları karpuz tıklar gibi tıkladı. Başını, hastanın problemli olduğunu hisseder gibi, sağa sola çevirip, kendi kendine konuştu. O ara hemşire içeri girdi ve tahlil sonuçlarını doktorun masasına bırakıp çıktı. Doktor, muayene sonrası elini yıkadı ve masasına oturdu, gelen sonuçlara göz gezdirdi. Masadaki telefon ahizesini kaldırıp, Nusaybin’i, Dr Leheng’i aradı.

- Doktor Leheng, evet ben doktor Brusk, nasılsın? Evet, Şero burada. Selamı var. Senden bir ricam olacak, acilen Şero’nun eşi Fate’nin buraya gelmesini sağla. Evet, beklemeden hemen gelsin. Testlerin sonucu geldi. Maalesef tahmin ettiğin doğru çıktı. Eşi ile birlikte tedbir almamız lazım. Allah korusun, tek başıma mesuliyet alamam, mutlaka gelmeli. Tanrı yardımcısı olsun. Herkese selamlarımı söyle. İyi günler.

Doktorun tahlil sonuçlarını söylemeye niyeti yoktu. Şero’nun getirdiği üzüm sepetinden bir salkım alıp yıkadı ve bir tabağa yerleştirerek masasının üzerine koydu. Bir yandan üzüm tanelerini koparıp ağzına getiriyor, öte yandan Şero’ya şüpheli şüpheli bakıyordu.

- Sonuçta kaderimiz ne ise o olur, Allah’ın yazdığı bozulmaz, başa gelen çekilir. Fazla üzülme, buyurun sende üzümden ye.
- Yahu ben deli olmak üzereyim, sen üzüm ye diyorsun. Doktor, Allah için söyle, hastalığım ne? Ciddi mi?
- İnan et sende hastalık falan yok, sapasağlamsın.
- Eğer hasta değilsem, niçin Fate’yi çağırıyorsun? Hangi tedbirlerden bahs ediyorsun?
- Şero, tahlillerin sonucunu senin ve Fate’nin yanında açıklamak istiyordum. Ama sen her zaman olduğun gibi sabretmiyorsun. Sana söyleceklerim acayip gelebilir ancak gerçek olan şu ki sen maalesef hamilesin.

Şero, okul falan okumamıştı. Büyük şehir denildiğinde 17 bin nüfuslu Nusaybin’i bilirdi. Orada da kaybolmaktan kaygılanır, tanıdıklara yılda bir ya da iki kez uğrardı. Birazcık saftı. Asker kaçağı idi ve sistem tarafından unutulmuştu. Kadın erkek ilişkisini, ailesinden ve hanımından öğrendiği kadar biliyordu. Erkekler hamile kalabilir miydi, sorusu ağır geliyor, altında eziliyordu. Hamilelik kadına hastı. Demeki öyle değilmiş, bu piyango gibi bir şey, ara sıra erkeklere de çıkabiliyormuş. Hamile olduğunu öğrenince, talihli olmaya uyum gösteremiyor, gerçeği hazmedemiyordu. Tam tersine, şok olmuş ve utangaçlığın verdiği sıkıntıdan olacak ki durmadan terliyordu. Sıkıntıdan patlar gibi oldu, rahatsız olduğu sandalyeden kalktı ve salona gitti. Daha sonra tuvalette başka cinsi organının olup olmadığını kontrol ettikten sonra biraz olsun rahatlamış, salondaki divana oturmuştu.

Yalnız kalmıştı Şero. Yapayalnız. Son iki haftada, karın ağrısı ve sancıların hafifleyip geçmesi için, Allah’a, peygamberlerine ve iyilikseverlerinin hepsine dualarıyla yakarmış, şifa vermelerini istemişti. Ancak ne karnındaki şişlik geçiyordu ne de sancılarda hafifleme hissediliyordu. Durumu kötüleşiyordu. Unutulmuştu. Muhammed ve İsa tarafsızlığını koruyor, duaların kabul edildiği makam ve dergahlar ise bir bir yüzüne kapanmış, sesini duymak istemiyorlardı. Yukarıdan gelecek hayırlı haber ve umutlarla ilgili bir beklentisi kalmamıştı. Hamileliği ve gerçekliğini kabul etmekten başka çaresi yoktu. Hamile olmuştu, karnı şişiyordu ve çocuk bekliyordu. Onlarca cevapsız sorularla boğuşmaktan yorulmuş, biraz hava almak gereğini hissettirmişti. Dış kapıya doğru yöneldi.

Mardin’de muayenehaneye yakın cadde ve sokaklarda kaç kez dolandığını unutmuştu. Bu kadim şehrin nazlı ve narin kızlarını görünce ferahlamıştı biraz. Sarışını, kumralı ve esmerleri ne de güzeldi bu şehrin dilberleri, diye düşünüp, Mardin kızları için söylenen anlatıyı hatırladı. Anlatıya göre, Tanrı, Mardin’i güzeller diyarı yapmak istediği o günde istirahata çekilmişti. Meleklerine, “Evet, hiç kimse beni rahatsız etmesin, bugün naz eden gülleri sırf sanattaki büyüklüğüm, sevgi ve aşktan oluşan benliğim anlaşılsın diye yaratacağım”, demişti. Ve o gün kimse Hüdayı rahatsız etmedi. Gökyüzündeki yıldızlar kadar çekici, denizlerin mavisinden gözlere şekil vermekle başladı işe. Sonra baldan elmasın yanaklar ve dudaklar yaratıldı, pınar olsun, dudaklardan içilsin diye. İki sütün üzerinde inşa ettiği bedeni, memesini ve belden aşağısını, keşif edilmesi imkansız behişten bir bahçeyle renklerdi, gözler ve gönüller güzelliğine doymasın ve zevk u sefada gark olsun diye. Yüce Allah tüm hünerini aşkla yoğurup, ince dokuyarak şekil verdi bu şehrin kızlarına, güzellikte rakip tanımaz, nazda herkesi kendisiyle meşgul etsin, kadim şehrin yabanıl çiçekleri olsun diye sunmuştu insana.

Hamilelik yükünün ağırlığı altında ezilip, sorunla boğuşan Şero’ya şehirdeki kısa gezinti ve gördükleri yaramıştı. Doktorun muayenehanesine yaklaştıkça sancıları yeniden artıyordu. Erkek ve kadın olma hisleri arasında tekerleği patlamış bir araba gibi yuvarlanıp gidiyordu. Bir Kürt atasözünü hatırladı, “Şer şer e, çi jin e çi mer e”, Aslan, erkek ve dişisiyle aslandır, cinsiyeti fark etmez. Kendi kendine sordu: “İsmim Şero da.. acaba ben aslanın dişi olanı mı yoksa erkek olanından mı sayılırım?”. Biraz düşündü ve cevabını yine kendisi verdi “Allah bilir.. bilir mi acaba?”

Doktorun muayenehanesine yaklaşıyordu. Aklına birden bire bir garip ama kendine sorması gereken bir soru gelmişti.

- “Eğer hamile kalmışsam, bu günahsız ve bahtsız çocuğun babası kim? Kimden ve ne zaman gebe kaldım?”, diye sordu kendine.

Günahı işlediği zamanı ve yasak aşkının kim olduğunu ortaya çıkarmak için düşündü. Geçen hafta, son üç ay, bulunduğu yıl içinde. Hayır, kimse aklına gelmiyordu. Başka erkek onunla cinsel ilişkide bulunmamıştı. Sorusuna cevap bulmadığı için üzüldü. Çocuğun babasını tanısaydı, en azından bu günahı işleyeni bilecek, rahatlayacaktı. Faili meçhul hamileliliğiyle ortada kalmış gibi hissetti kendini.

Dr. Brusk yemek ısmarlamış Şero’yu bekliyordu. Şiş kebap ve taze ekmek kokusu etrafa yayılıyordu. Coca cola ve ayranın yanında yeşillik boldu. Doktor, taze ekmeğin içine kebabı sarıp, Şero’ya uzattı:

- Buyrun, ilk önce yemek yiyelim ardından konuşuruz.
- Ne yemeği doktor, ölüm yaşadığım bu halimden daha iyidir.
- Allah korusun. Ne ölümü, Allah ne yazdıysa o olacaktır.
- Biliyorum, biz garibanların alnına ne yazdığını!

Doktorun elinden aldığı kebabı ağzına götürdü. Canı yemek falan istemiyordu. Ağzındaki lokmayı çiğnedikten sonra yutmada zorlandı. Üstüne cola içti ve geri kalan ekmeği sofranın kenarına bırakıp, çekildi. Doktor moral vermeye çalıştı:

- Biliyorum, kolay değil. Unutma ki annelikte babalık kadar önemli ve kutsal bir duygu. Bu kadar üzülmene gerek yok. Her derdin dermanı var. Eğer istemiyorsan, çocuğu kürtajla aldırmamız mümkün. Çocuk üç aylık, aldırmak günahtır.
- Doktor, günahtan bahs etme! Allah rızası için beni bu dertten kurtar.
- Tamam anlaştık. Çocuğu aldıralım da.. Aldırmak için kanunen babasının da rızasını almamız gerek. Çocuğun babası kim?
- Yahu sen insanı deli edersin! Evet, düşündüm. Allah, Muhammed ve İsa adına yemin ederim ki, ne kimse bana koydu, ne de ben herhangi birisiyle ilişkiye geçtim.
- Şero, eşin Fate yolda birazdan burada olur. Çocuğun babasının kim olduğun konusunda gerçeği gizlemene lüzum yok. Gerçeği söyle ki hepimiz rahatlayalım.
- Yahu doktor, huyun çok değişmiş, hiç kimseye inanmıyorsun! Allah adına yemin ederim ki kimseyle cinsi ilişkim olmamış. Yahu ben ibne miyim ki bana bunu yakıştırıyorsun?

Sıkıntıdan ter içinde kalmıştı. İzin istedi, salona geçti, tuvalette yüzünü yıkadı. “Çocuk üç aylıkmış”, dedi ve devam etti kendi kendine. “Dokuz ayı doldurunca ne olacak? Hayır, işin kötü tarafı çocuğu doğurmak için, nereden çıkacağı konusunda hiçbir fikrim yok”, deyip başını salladı. “Çocuk kıçtan çıkmayacağına göre, herhalde doğmadan karnımda ölür”, dedi.

Hacı Şero tam da doktorun muayenehanesine gireceği anda, karısı Fate’nin ısrarlı istemini, aynı zamanda aile sırrını hatırladı. Fate’nin özellikle son iki ayda Şero ile olan cinsel ilişkileriyle ilgili şikayeti bitmiyordu. Şero’nun her zaman üstüne çıkması ve bu şekil cinsel ilişkide bulunmasından bıkmıştı. Belki de haklıydı. İnsan ömrünün büyük bir kısmını yatakta geçiriyordu. Bu zamanı partnerlerin zevkine göre renklendirilmesi önemliydi. Fate isteminde ısrarlıydı:

- İki aydır şişiyorsun. Seninle yatmanın tadı tuzu kalmadı. Bundan sonra sıra bende, ben üstüne çıkıp üstünde oturacağım”, dedi.

Fate gece işinde dik kafalının biri, ne söylediyse aynı akşam öyle de yaptı. Doğrusunu isterseniz Şero da hoşlanmıştı bu denemeden. İki aydır Şero’ya biniyor, işini bitiriyorlardı.

Şero, eşi Fate’den hamile kaldığına kanaat getirmiş,s ötelemeliler yetinmiyor adeta itiraf ediyordu:

- Ben o Fate denen kadına, bana binme demiştim. Bana bindi ve hamile bıraktı. Şimdi işin içinden nasıl çıkacağımızı bir tek Allah bilir”, diyerek doktorun odasına girdi. Doktor daha onunla konuşmadan, Şero sorusunu yapıştırdı.
- Bir kocanın karısından hamile kalması mümkün mü?
- Allah canını alsın da senden kurtulalım. Ulan nereden peydahladın, nasıl aklına geldi bu soru?
- Yahu sana ne nereden bulduğumu! Sen cevap ver, benim Fate’den hamile kalmam mümkün mü?
- Tıbbi sırları, hele hele bu türden aile ve namusla alakalı sorulara cevap vermek sakıncalı. Kanuna bakmam gerek.

O arada telefon zili çalar, doktor cevap verir:

- Dr. Brusk buyrun. Sen misin Dr. Leheng, ne oldu, Fate yola çıkıp Mardin’e geliyor mu? Ben onu karşılarım. Nasıl, eyvahlar olsun, Yos da mı duymuş Şero’nun hamile olduğunu? Yandık desene. Sadece Şero değil, Omeriya mıntıkası halkın diline düşer, rezil kepaze oluruz.
- Ne olmuş doktor, Fate ne yapmış yine?
- Sorma Şero, minibüs durağında senin hamile olduğunu ağzından kaçırmış. Meğer o an durakta Yos da varmış. Nusaybin’in canlı gazetesi gibidir mübarek, şimdi köy ve ilçe sakinlerinin tümü duymuştur hamile olduğunu.
- Yos mu? Köyde kalabilmemin imkanı kalmadı. Sence Yos bu olayı nasıl yorumlar?
- Yıllardır Amerika ve Avrupalı doktorlar ve bilim adamları milyonlarca dollar para harcadı. Ama bir erkeğin gebe kalmasını başarmadılar. Omeriyalılar, Şero’nun karısı Fate sayesinde dünyada bunu ilk başaran bölge unvanını kazandı. Fate Şero’yu hamile bıraktığından dolayı Amerika ve Avrupalıları geride bıraktılar.
- Ya devlet duyarsa ne olur?
- Artık bu bir devlet sırrı, ağzını sıkı tutman gerek. Neyse Fate gelmiştir şimdi, ben dolmuş durağına gidiyorum.

Doktor dışarıya çıkar. Bir süre sonra Fate ve Dr. Brusk içeriye girer. Şero daha fazla dayanmadan sinirli bir şekilde Fate’nin üzerine yürür:

- Niçin geldin anlamıyorum. Hayırsız karı, ben sana defalarca üstüme çıkıp, işini bitirme dedim! Kadının erkeğe binmesi hayra alamet sayılmaz dedim. Ama sen beni dinlemedin, üstüne bindin ve beni hamile bıraktın. Zevk alırken hoşuna gidiyordu değil mi? Binmek kolaydı. Şimdi gel de yediğin boku temizle, karnıma soktuğun bebeği çıkar da göreyim.
- Sinirlenme gerek yok kocacığım. Doktor Brusk sana tekrar binmemi tavsiye etti.
- O niye?
- Eğer devam edersem, istediğin gibi bu seferki çocuğumuz erkek doğacak.
- Şu hayırsız kadına bak. Hem suçlu hamde güçlü. Ulan ben karnımdaki piçinden kurtulmak istiyorum, o ise erkek çocuk doğurmamın derdinde.

Şero ve Fate o akşam Dr Brusk’ün evine misafir oldular. Yediler, içtiler, dayalı döşeli misafir odasında yattılar. Fate o gece de zorla da olsa Şero’ya bir daha bindi. Ertesi gün kahvaltıdan sonra beraberce Mardin çarşısına çıktılar. Doktor Brusk, Şero ve hanımına yeni ayakkabı, Şero’ya yeni bir yelek, çocuklar için şekerli leblebi aldı. Şero çoktan beridir Antep helvası yememişti, bunu doktorun kulağına çınlattı. Dr Brusk bir teneke helva ve birkaç taze fırın ekmeği aldı. Ardından minibüs durağının yolunu tuttular. Dr. Brusk her ikisinin yol parasını verip onları köye uğurladı.

Ardından yıllar geçti ama yaşanmış bu önemli olayın geri kalan bölümü konusundaki bilgi halen sırrını koruyor, spekülasyon ve dedikodular hariç, hiç kimse bildiğini söylemiyor.  

İstilille, Omeriya bölgesinde önemli bir nahiye. Sakinleri ara sıra da olsa, namaz ve niyazında insanlar, yalan nedir bilmezler. Onlara göre, Şero düşük yapmış. Neresinden mi? O’nu da kendin düşün ve cevabını bul kardeşim!

Çale, Hebise ve Tinate köylüleri ise, o gece Fate’nin Şero’nun altına yattığını ve çocuğun Allah’ın emriyle Fate’nin karnına transfer olduğuna inanırlar.

Yos ise bu gibi hikayeleri yer mi? Doktorlar, Şero’nun meşhur olması için bu hikayeyi uydurduğunu propoganda ediyor.

Esasen uzun zamandır Şero’nun bu konudaki cevabını merak ediyordum. Sağolsun beni kırmadı, Hacı babamın dükkanından çaldığım bir çuval sabun ve bir torba makarnaya evet diyerek, sırrını azda olsa paylaştı:

- Bu memlekette Leheng ve Brusk gibi doktorlarımız bulundukça, hem kendileri hem de bizler daha nice anlatılara imza atar, yaratıcısı oluruz. Onlar da tedavimizi bedava yapar, üstelik tedavi sonrası evine misafir eder, ayakabı ve elbise alır, üstüne de helva ve taze ekmekleri de ekleyerek, evine yollarlar.

Not: Bu yaşanmış olayı, bir yıl önce Kürtçe basılan “Sewdanameya Winda” -Kayıp Aşk Mektubu adlı kitabımdan Türkçeye çevirdim. Diyarbakır’da J&J yayınevi tarafından yayınlanan “Sevdanameya Winda” yakında Türkçe’ye çevirilerek baskıya verilecek, okuyucusuyla buluşacaktır.

Hoş bir vakit geçirmeniz dileğiyle bayramınız kutlu olsun.

Zarathustra Acat

tisdag 2 februari 2016

Önemli bir kitap: ”MEHMED UZUN ANLATIYOR”

Modern Kürt Edebiyatı’nın öncüsü, Kürt romanının yaratıcısı gibi tanınıyor yazar Mehmed Uzun. Yaşamının büyük bir bölümünü sürgünde, baskı ve yasaklar altında inleyen bir dili yeniden diriltmeye, o’nunla roman yazarak güçlendirmeye, o’nu yazdığı mühteşem eserleriyle dünya edebiyatının bir parçası yapmaya adadı.
 
Küçüklüğünde, okul sıralarında bu yasakları anlamaya ve başka dil ile zoraki eğitim, söyletilen and ve marşları anlamaya çalıştı. Okuldan kaçtı. Cezalı duruma düştü. Gençliğinde, başka dil ile yazıp düşünmenin hatasını, politik etkinliklerinden dolayı konulduğu cezaevinde anladı. Kürt sözlü edebiyatının zenginliğine yöneldi. Kürt tarihini, sosyal yaşamın bir bölümünü söz ve şarkı ile yarınlara aktaran ’dengbej’lerin büyülü ve renkli dünyasına girdi ve bir parçası oldu. Nar ağacının olduğu baba evinin avlusunda, aile büyükleri tarafından çalınan kaval, söylenilen sözlü hikayelere, şarkılara, destanlara ve yaşanmış anlatılara yeniden yöneldi.

İsveç’te, sürgünde yaşamı seçmek zorunda kaldı. Sürgünde yaşam, ölümün ve çürümenin de adı olmuştur kimileri için. Bu bilinçteydi. O, sürgünü yeniden dirilmenin ve güçlenmenin bir parçası haline getirdi. Evi bir süre sonra edebiyat ve kültür ağırlıklı dergi, gazete küpürleri ve kitaplarla dolacak, tuttuğu notlar üzerinde derinleşecek, ilk Kürtçe romanını yazma adımını atacaktı.

Biliyordu Kürt tarihini ve sürgünde yaratılan ulusal değerlerin büyüklüğünü. İlk Kürt gazetesi, Kürt gazeteciliğinin ilk adımı yurt dışında atılmıştı. Miqdad Midhet Bedirxan’la başlayan ve devam eden gazetecilik, sürgünde yaratılmıştı. Kürtlerin ilk tiyatrosal eseri ’Memê Alan’ Evdırehim Rehmi Hekari tarafından kaleme alınmış, İstanbul’da çıkan ’Jin’ dergisinde yayınlanmıştı. Kürtçe alfabe yeniden yaratma çalışması, Celadet Bedirxan’ın ’Hawar’ dergisinde son şeklini almış, bu dile hayat vermişti. Tüm bunlar ve daha birçok önemli tarihsel adımlar yurt dışında, ülke topraklarından uzakta atılmıştı ve başarılı olmuştu. Uzun’da onların izinde yürümeye karar vermişti. Modern Kürt edebiyatının öncülerinden olma ve bir dili yeniden yaratmak için adım atmıştı.

O sadece Kürtçe roman yazmıyordu. Kürt edebiyatını, sözlü Kürt edebiyatının öncüsü olan ’dengbej’lerini ve eserlerini dünyaya tanıtmak, Kürt dilinin anlatım güçlülüğünü aydınlatmak için dünyada tanınan birçok yazarla tanıştı. Yazar örgütlerin aktif üyesi oldu ve yönetiminde yer aldı. Eserleri dünyada konuşulmaya başlandı. Kitapları başka dillerde okunmak isteniyordu. Ancak yasaklı bir dil için çevirmen bulmak güçtü. Bunun farkındaydı Uzun. Uzun’un Kürtçe ile yazma ısrarı ve bu onurlu duruşu için, yabancı basın-yayın şöyle diyordu:
’Mehmed Uzun eselerini, diğer tanınmış Kürt yazarları gibi, Türkçe ya da Arapça yazmıyor. Bu diller ile yazılsaydı, kolayca çevrilir ve daha çabuk tanınırdı. O, öyle yapmadı. Mehmed Uzun eserlerini, kökü tarihin derinliklerine kadar varan, sözlü edebiyata güçlü olan bir dil ile, çeviri konusunda çevirmeni az bulunan yasaklı bir dil olan, Kürtçe ile yazıyor.’

İsveç’te bulunan Ordfront yayınevi kitaplarını çevirip basma kararı aldığında, verilen kararın zorluklarının farkına, çeviri işine başladığında daha iyi anlamıştı. Yayınevinin şefi gazeteci Jan-Erik Pettersson o günleri şöyle anlatıyordu:
’Eldeki çevirinin güçlendirilmesi gerekiyordu. Orjinaline uygun hale getirmek için, çevirmen bulma çabasından oluşan boşluğu, Uzun dolduruyordu. Saatlerce yorulmadan romanının İsveçceye çevirme çalışmasına yardımcı oluyordu. Günlerce bu böyle devam etti. O’nun anlatımdaki güçlülüğü, eserlerinden anlamak güç olmuyordu.’

Uzun’un romanları birçok dilde okunuyordu. Bu arada, Türkiye’de, yazdığı romanları TMK’ye göre suç teşkil ettiği öne sürülüyor, hakkında dava açılıyordu. Dünya edebiyat çevrelerince tanınan bir yazarı cezalandırma ve birçok dilde okunan edebi eserlerine yasak getirme girişimi, skandal sayılıyordu. Demokrasi adına bir ayıp gibi değerlendiriliyordu. Zamanın İsveç Kültür Bakanı Marita Ulvskog’u ’Uzun cezaevine konulsaydı, oraya gidecektim’, demeye kadar getiriyordu.

Yeniden yaratmak istediği dilin üzerinde yasaklar kalktığı ve demokrasi havasının estiği ülkesinde, en çok sevdiği Diyarbakır küçelerinde gezme, havasını soluma ve orada büyük eserler yaratma hayali vardı Uzun’un. İşte böylesi bir zamanda acımasız bir hastalığa yakalandı. Ömrünün son dönemini sevdiği kadim şehirde geçirerek yaşama veda etmişti.

’Mehmed Uzun Anlatıyor’ kitabı, o’nun fazla anlatılmayan, bilinmeyen tarafına ışık tutuyor. Uzun’un yakından tanıdığı, dost ve arkadaşı gazeteci-yazar Zarathustra Gabar Çiyan, Stockhom’un kuzeyine düşen, kitaplarını yazdığı ve misafirlerini karşıladığı küçük evinde, bazen Drottninggatan Caddesi üzerinde bulunan İsveç Yazarlar Federasyonu kafesinde ve şehir merkezindeki Kültür Evi’nde kendisiyle yaptığı söyleşileri yer alıyor bu kitapta.

Uzun, kendini anlatıyor bu söyleşilerde. Çocukluğunu, büyüdüğü aşiret evindeki gelenekleri ve yaşananları paylaşıyor. Komşuları, birlikte yaşadığımız diğer kültür ve inançtan insanları, değerlerimizi, kültürel ve inançsal zenginliğimizi; Ermenileri, Suryanileri, Ezdileri ve Müsevileri anlatıyor. Çok kültürel zenginliğimizin yararları ve korunması üzerinde derinleşiyor. Yaratılan tarihi tahribatlar, kanayan yara ve acıların dinmesi, yaraların sarılması için insani bakış açısıyla ve aydın sorumluluğuyla yaklaşıyor sorunlara. Bugünü görür gibi, aşırıcılıktan uzak, birlikte yaşam için, akılane çözüm önerilerini sunuyor.

İlk aşkı ve aşka bakış açısı ile ilgili soruya, tabulaştırılan, konuşulması ve daha çok bağlanılması gereken aşk konusunda ilk defa açılıyor. Tabuları yerle bir ediyor. Kürdün aşka olan ihtiyacını irdeliyor.

Uzun’un gazeteciliği, gazetecilikteki tecrubesi, editörlük yaptığı günleri, üye olduğu kurumlar ve Kürt tarihinde mesleki anlamda gelinen son aşama konusundaki düşüncesini detaylarıyla anlatıyor. Gazetecilikle ilgili hatıralarını paylaşıyor.

Mehmed Uzun, yazdığı eserlerine değiniyor. Bazen tek tek ele alıyor, değiniyor kitaplarına. Yaşadığı güçlükleri, karşılaştığı zorluk ve sorunları anlatıyor. Sevinçlerini ve hayallerini paylaşıyor. Romanlarındaki kahramanlarının kaynaklarına nasıl ulaştığını, ham maddesini nasıl işlediğini ve yarattığı romanlarında dilin önemini öne çıkarıyor. Başka dillerde yayınlanan eserleri hakkında bilgi veriyor. Planlanan diğer çalışmalarından behsediyor.

Kitapta bulunan Mehmed Uzun’la yapılmış üç söyleşinin dışında, bu çalışmayı önemli kılan iki bölüm daha var: ’Mehmed Uzun dış basında’ ve ’Mehmed Uzun’a karşı açılan davalara dış tepkiler’.
Dış basında yazılanlar konusunda, İsveç basını temel alınıyor. Gazete ve dergilerde, edebiyat eleştirmenleri tarafından Mehmed Uzun’un esereriyle ilgili yapılan analizlerinin çoğu derlenmiş, bunların özet çevirisi sunulmuştur.

Mehmed Uzun’a karşı açılan dava ve tepkiler bölümünde, İsveç meclis dökümanlarından faydalanılmış, İsveç Pen’in açıklaması sunulmuş ve basından güçlü kalemlerin davayla ilgili eleştiri ve düşünceleri verilmiştir. Döküman ve açıklamaların tümü kısmen ya da tamamen çevrilmiş, okuyucuyla paylaşılmıştır.

Kitabın önsözü, Uzun’un eserlerinin bir bölümünü İsveçceye çevirmesinde, okuyucusuyla buluşturmasında önemli rol alan, Ordfront yayınevi şefi Jan-Erik Pettersson’a ait. Mehmed Uzun anlatıyor kitabı hazırlandığı sırada, kitabın yazarı Gabar Çiyan, Pettersson ile görüşmüş, kitap hakkında fikirlerini almış, düşüncesinden faydalanmıştır. Pettersson, önsözünde Uzun’un yaşamımdan yola çıkmış, eserlerine değinmiş ve yaşamının son yıllarıyla ilgili hislerini paylaşmıştır.

Mehmed Uzun Anlatıyor, Gabar Çiyan’ın 17. Kitabı. Ancak Türkiye’de yayınlanan ilk kitabı oluyor. Kitabın editörlüğünü Hüseyin Gündüz yapmış. Kitap, İstanbul’da, DO yayınları arasında çıkarak, kısa süre önce Türkçe okuyan okuyucusuyla buluştu. Gazeteci-Yazar Zarathustra Gabar Çiyan daha çok Kürtçe yazmaktadır. Kendisi, Kürtçe değilde, Türkçe olarak yazdığı bu çalışması hakkındaki düşüncesini şöyle açıklıyor:

’Doğru, Türkçe dahil değişik dilleri bildiğim halde, ağırlıklı olarak Kürtçe yazıyorum. Bu kitabı Türkçe yazmamın sebebi, Mehmed Uzun’la yapmış olduğum söyleşilerin, ülkemizdeki çok kültürel yaşantımızla ilgili olduğundan dolayıdır.
Cumhuriyet sonrasına kadar olan belirli bazı zaman dilimine kadar Kürtçe dili, Ermeni, Suryani ve Diyarbakır-Kerkük hattı üzerinde yaşayan Müsevilerle iletişim dilimiz iken, getirilen yasak ve ötekileştiren eğitim sistemi yüzünden, Kürtçe’nin yerini Türkçe almış oldu. Uzun’un düşüncesini bu kültürlerle paylaşma adına, söyleşilerimi Türkçe gerçekleştirmiştim. Orijininde olduğu gibi, kitabı da Türkçe olarak kaleme almayı uygun buldum.’


Mehmed Uzun’u bir başka açıdan tanıma fırsatını veren bu çalışmayı elde edebilmek için, DO yayınlarıyla, doyayinları@hotmail.com e-post adresinden ilişkiye geçmek yeterli.

söndag 2 augusti 2015

Bilim-Kurgu’nun Kürtçesi: ”Bir bedende iki kişi’’


Roman yazarı Newaf Miro’yu okuduğumda, heyecandan çok, eski gelenek ve göreneklerle buluşturan yönü, bana, daha doğrusu insanlığa ait kadim inanç ve değerlere bağlayan ilgi çekici tarafı kendine bağlıyor.

Kültür ve inançlarda ileriye dönük yapıcı reform ve yenilikler hiç bir zamanda kolay olmamış, tartışma ve verilen çabalarla adımlar atılmıştır. Miro’yu okurken, bu yönlü insani çabasını görüyorum. Kendine göre bu yenilikleri, adını anmadan istiyor. Aşk ve hasret, edebiyat dili, buna ulaşmanın yolu oluyor.

Bir dili vardır Miro’nun, Kürtçenin doğal ve renkli güzelliklerini kendinde barındırıyor. Sadece bu dilin güzelliği değil, yüzlerce yıldan günümüze gelmiş, güçlü anlatıcılar ‘dengbej’lerimizi aratmıyor. Eskiyi, modern ile yoğurarak, Kürtçedeki o büyük ve derin anlatım gücünü ortaya seriyor. O’nun romanı okunduğunda, kadının yüceliği, aşk, doğa, nefret, sevgi, ihanet ve muhabet bir arada, doğalığı içinde seyrediyor. Dildeki anlatı ustalığı, insanı bir daha Kürtçe’nin o nazik, ince ama derin anlatımına sevda ile bağlıyor.

“Du kes û yek mirov” (Bir bedende iki kişi) eseri, bilim-kurgu romanlarının Kürtçedeki ilkleri arasında sayılıyor. Romanı, biraz da öze dönüşüme yönelik. Kendini bulmanın, kökenine ulaşmanın ve tatlı inadın anahtarı, inanç, aşk, tutku ve biraz da inat oluyor.

Kürtlerin kendi dilinde yazdığı romanlar, ‘ülkede kaleme alınan’ ve sürgün ya da kendi deyimleriyle “welatê xerîbiyê” romanları olarak, iki kategoride toplamak mümkün. Miro’nun bu çalışması sürgünde yazılmış, ancak baskı ve dağıtımı ülkede yapılmış. Sürgün romanları, temaları ne olursa olsun, bir yerinden mutlaka hasret kokacaktır. Ülke topraklarına, sevgiliye ve sevilenlere olan özlem öne çıkacaktır. Anlatılarda, çekilen acılar bir şekliyle kendini dışarıya vuracaktır. Bu romanda, bu türden izlere rastlamak olası.

Olay, romanın kahramanı iki kişi, Alman assılı Dr Peter Schulz ve Kürt assılı Üniversite öğrencisi Qutbeddin Yıldız’ın beyinlerindeki amansız hastalık ve çektiğı acıların anlatımı ile başlıyor. Dr. Schultz hastanede ölümü, Yıldız, bir ölüden, bağışlanacak bir beyin nakliyle kurtulmayı bekliyor. Ve Schultz’un ölümü sonrasındaki beyni, iki tarafın da onayıyla Yıldız’a naklediliyor.

Yıldız, eski çevresine, ailesine, kültür ve diline yabancı olmuştur. Uzmanlar denetiminde uyumu zamana yayılarak gerçekleşmektedir. Kürt assılı ailesinin yozlaşmasını hoş karşılamaması, çelişki ve sorunları beraberinde getiriyor. Artık Qutbeddin değil, ‘Nemir’ (Ölmeyen- Yaşar) oluyor adı.

Nemir, ailesinin sömesterde Kars’a, doğup büyüdükleri ‘Serhedan’ bölgesine gelmesiyle, burasıyla ilgili daha önce okuduğu yerlere ilgisi artıyor. Kürtleri tanımaya çalışıyor ve özelikle, ninesi, ‘Pîra Asê”nin anlatıları dikkatini çekiyor. Ninesi, son yüzyılın acılarına tanık olan kırımdan kurtulmuş Ezdi assılı biri. Evlendiği kişi Ezdi değil, Müslüman bir Kürt olmasına rağmen, geleneklere bağlı bir bayan. Ve geçmişini hergün yaşayan bir kişi.

’Serhedan’ bölgesinde yaptığı gezi, çektiği fotoğraflar ve yaşadıkları, kökenine daha çok bağlanmasına, kökeniyle menfaatler yüzünden ikilik içinde olan aile bireyleriyle arası iyice açılmakta. Almanya’ya dönüşte, ninesini bir daha görme ve Kars çevresini tanıma için geri dönme planı polis tarafından durdurulur. Dönüşte tanıştığı ’Sultan’la aşkın en güzelini tadar. Bağlanır Sultan’a. Ezdi kökenli bir kızdır Sultan. Gelenek ve inancına göre, ana ve baba tarafının Ezdi olması gerekir ki bu evlilik gerçekleşsin. Ancak, ninesinin Ezdi ruhunda bu gelenek ve inancı yaşayan Nemir, Sultan ile birlikte, kalplerini dinlerler. Hislerine kulak verirler…

’DO’ yayınları arasında İstanbul’da çıkan roman, 2014 Mayısında baskıdan çıkmış. ”Du kes Yek Mirov” romanı, okuyucuya eski Kürt gelenek ve inancını tanımak için fırsat veriyor. 80 sahife cıvarında olan bu romanda, parçalanmış Kürt ruhu ve bedenin düştüğü durumla ilgili tablolar bulmak mümkün. Heyecandan çok sürekleyici yanıyla, zevk alarak okuyacaksınız.
Roman’ın yazarı Newaf Mîro ile yaptığımız ropörtajı paylaşıyoruz…

Newaf Mîro kîmdir?
Newaf Mîro: İlginize, eserlerime ve bununla beraber Kürd diline ve edebiyatına değer vediginiz için teşekürler. Newaf Mîro, çevresindeki insanların sevincini kendi sevinci, çilesini kendi çilesi olarak bilmiş ve paylaşmıştır.
Êzdî ana ve babadan ve dünyaya, Kürd dili kültürü ve edebiyatıyla gözlerini açmış ve hayatla tanışmıştır. Çocukluğu Kürd masaları ve Ezdilerde zengin olan anlatı veya hafıza edebiyatıyla tanışmış ve yerelde çok konuşulan Edûlê ve Dewrêş ê Evdînin delal ve destanıyla dünyası nakış edilmiş ve zengin Kürd masallarıyla süslenmiştir. Türkçeyle tanışması ilkokulda olmuştur. Türkçeyi, Türkleri ve Türk devletiyle orada tanımaya başlamıştır. Ekonomik, dini ve toplumsal şartlar okumasına elvermemiş. Lakin o okumayı, dünyayı tanıma yolu olarak seçmiş ve kendisini hala bir hayat ögrenci olarak görür ve önem verir. İlkokuldan önce ve sonrası da, yaşamın getirdikleri sorumlulukları ailesiyle paylaşmıştır. Yani o, kuzu ve koyun çobanı, tarım işçisi, bulaşıkçı, garson, çaycı, tarım ve hayvancılık emekçisidir.
Almanya ya 1987 yılında sığınmacı olarak yerleşmiş, ilk yıllarda çalışma ve okuma imkanı olmadığından, kendisi kendi eğitmeni olarak sorumluluk taşımış ve geliştirmiştir. Almanya da, Alman dairelerinde ilk olarak Kürtçe yazımla yüzleşmiş, belki ilk Kürdçe yazı yazma heyecanını orada yaşamıştır.
Almanya da değişik yerlerde işçi olarak çalışmış, hayatın her alanında insanlarla tanışma ve emekleme imkanı bulmuştur. Yani kendisi dünyanın öğrencisi, ve aynı zamanda kendi öğretmenidir. Evli ve üç cocuk babasıdır. Yedi kitap yazmıştır. Nafakasını kendisine ait bir işyerinden kazanır.

Beyin nakli konusunda tıbbi anlamda yapılan çalışmalardan bahsedildiğini duydum, okudum. Ancak dünyada, beyin nakli, romanınızın kahramanı ‘Nemir’e uygulanan şekliyle, henüz yapılmamış, gerçekleşmemiştir. Bu anlamda, çalışmanızı Bilim-Kurgu romanları arasında saymak olası. Düşünceniz ne?
Newaf Mîro: Beyin ameliyatının yapılıp yapılmadığı konusu önemli, ancak bu, romanımdaki çıkış noktası değil. Kürdlere, beyin yıkama, düşüncesini teslim alma ve düşüncenin önünü kapama şekliyle, günümüzde fiilen bu türden baskılar ve insani olmayan yöntemler uygulanıyor, yapılıyor. Çıkış yönü bu.

Düşününki insan biyolojik bir motor, veya bilgisayar. Hafızasında kayıtlı olan bilgileri işler ve onunla hayatta bir yer edinmeye çalışır. Kürdlerde var olan bilgi ve hafıza kayıtları işlevsizleştirilmiştir. Yani kendi dili, kültürü ve sanatı asimilasyona tabi tutulmuştur. İnsanın yaşamı kan bağı, ulusal değer ve diliyle anlamlı olur. Kan bağının bir anlam ve önemi kalmaz, dilinin yok olmasıyla.

Yılda binlerce insan, değişik organ nakline ihtiyaç duyuyor. Organ bağışı, kültür olarak yerleşmediğinden, organ bulunmadığından dolayı insanlar ölüyor. Romanımın hangi kategoriye girer konusunda yazılanlara, bununla ilgili düşüncelerine saygım var. Bu konuda fazla bir şey söylemek istemem. Ancak inanıyorumki, romanımda geçen olay ve ameliyat konu olarak, önümüzdeki yıllarda daha çok önem kazanacaktır, tartışılıp konuşulucaktır. Araştırma ve çalışmalarla, tıbi anlamda ulaşılmayana ulaşacağını hep birlikte görmüş olacağız.

Eserlerinizde modern yaşam vazgeçilmez bir parça olurken, gelenek, görenek ve kadim inançlar bu yaşamın bir parçası gibi görmekteyiz. Özelikle, Ezdayeti’nin romanlarınıza verdiği renk ve güzellik bir başka oluyor. Yanılıyor muyum?
Newaf Mîro: İnsan bir köprüdür, dünü, bugünü, yaşanılan an ve yarın arasında. Kendi ataları ve çocukları arasında, yani geçmiş ve gelecek arasında, modern yaşamı da dıştalamayacak şekilde, köprüler kurmak zorunda. Bir fidan topraktaki kökleriyle ayakta durur, gövde ve dallarıyla göklere yükselir. O ağaç zamanla büyür ve meyve verir. İnsanlarımızın kendi öz köklerinden ve geçmişinden koparılması için acımasız yöntemler, siyaset uygulanıyor. Kendi değerlerine yabancılaştırılmak ve düşman haline getirmeye çalışılıyor.

Herkesin inancı neyse o’na saygılı olmak gerek, dokunulmaması lazım. Elbette bir konsesüs olmalı. Bir tek renk, bir inanç ve bir kültür anlayışı dar bir yaklaşım. Böylesi dar bir yaklaşım, ülkemizdeki çok kültürlülük ve zenginliği yok eder. Bizim için bu çok renkliliğin ortadan kaldırılması, ölümün ve yok olmanın bir diğer adı olacak.

Êzdilik, Kürd dili ve evreni kavramanın diğer bir adıdır. Yani ilk evreni tanımlamanın adı olmaktadır. ’Xweda’ (Allah), anlamı kendini yaratandır, Ezda, beni yaratandır, anlamına gelir. Ezdiliğin bir güzel yönünü daha paylaşayım. Şöyle denir, yüce Tanrı için; “Sen kendini yaratan ve beni yaratansın. Binbir ismin vardır. Ama en güzel ismin, ’Xweda dır, kendini yaratandır“.

Kürdistanda Allah vasfını en güzel şekliyle ifade eden, belirten ’Xwedê’ tanımı, Ezdî inancından gelmedir. Süreçle, inanç değişimine rağmen, Kürt toplumu arasında bu tanım kabul görmüştür, halen söylenilmektedir.

Medeniyet, barış ve huzurla gelişir. Bilimsel çalışmalar da bundan payını alır. Çok acıdır ki Ortadoğu’da ve bölgemizde insalar halen bağlı olduğu etniki köken ve inançlarından dolayı öldürülüyorlar, topluca katliamdan geçiriliyor. Bu çok acı verici bir gelişme.

Romanlarınıza ilgi, aksiyonundan ziyade, seçtiğiniz temalardan dolayı artmaktadır. Kürt roman yazarları, eserini yazma esnasında edebi dile aşırı bir şekilde konsantre olması, romanlarındaki heyecanı sınırlı kılıyor. Romanı okunduğunda, olayın akışı alışılagelmişin dışına çıkmada zorlanıyor. Düşünceme katılıyor musun?
Newaf Mîro: Öyle görülebilinir elbet. Bizde hayat hikayesi genelde fedakarlık üzerinde kurulu. Bir Eyyüb peygamberi düşünün, kendi vucudunu harap eden kurtlara sevgi ile yaklaşır, öldürmez. Bizlerde, tıpkı o’nun gibi, acılarımızı gül etme azmindeyiz. Bununla, beyinde güzeliği, hayatı ve geleceği yaratmalıyız. Beyinde atik ve aksiyoner olmalıyız, ve beyinde bize ait olanı ve yarayanı keşf etmeliyiz. Doğruyu ve yanlışı, bir izah ve anlatım yoluyla dile getirmeli. Hergün trajik yaşamlara şahit olduğumuzdan, kahramanların kırıcı olmamasına ben bilerek özen gösteriyorum.

"Du kes yek mirov" romanında, Nemir û Sultanê aşkına engel teşkil ettiğinden dolayı, eski gelenek, görenek ve inançları eleştiriyor, bu alanda yapılması gereken yenilik ve reformlara açık kapı bırakıyorsunuz. Görüşüme katılıyor musunuz? 
Newaf Mîro: Dünyanın tüm inançları kendisini yasal ve legal ortamda geliştirmiş ve reforme etmiştir. Dolayısıyla, değişmeyen, zamanla değişmek zorunda kalmıştır. Bir beşka deyişle, dinler ve ideolojiler zamanla kendini reforme etmişlerdir. Değişmeyeni, şartlar degiştirmek zorunda bırakmıştır.

Êzdiler yasal ortamda kendini geliştirme ve yenileme şartlarını elde etmemişlerdir. Hep kendi değer ve inancını anlaşılmayacak şekilde kendinde saklamış ve dünyaya açılmamıştır. Yani, inanç ve kimliğini hep saklı ve kendine has olarak korumuşlardır. Ve bilindiği gibi, kendi mal, mülk ve değerleri hep talan edilmiş ve aidiyetlerini koruma şekli hep kendi fedakarlıklarıyla bugüne kadar getirebilimişlerdir. Evlilik ve cinselikteki tutuculuk bununla alakalıdır. Aynı ırktan, ancak değişik inanç olan İslam’ın da etkisi vardır. İslam, diğer dinlerden biriyle evlenilmesini, islam olma şartına bağlamıştır. Bunu şart koymuştur. İslam dinine bağlı bir kişi, aşık olduğu bir Ezdi için dinini değiştrimesi imkansız olduğu biliniyor. Halen de böyle. Ezdilerin yaşamış olduğu coğrafyada çoğunluk müslüman inancına ait kişilerden oluşmaktadır. İslam resmi dindir. Durum bu olunca sorunun çözümü kolay olmadığını, ancak bunun var olduğunu hatırlatıyorum.

Günümüzde Ezdiler kendi değerlerini yaşama ve geliştirme yollarını aramaktadırlar. Ben, din görevlisi ve bu konuda uzman bir kişi değilim. Bana kalırsa, öenmli bir zamanın eşiğindeyiz. Dilerim ruhanî meclis ve dini alimler yeni şartlara göre, döneme cevap verebilecek Ezdiliğe yenilikler getirirler.

Üzerinde halen yoğunlaştığınız çalışmalar neler, okuyucularımızı bilgilendirir misiniz? 
Newaf Mîro: Çok konuşulan, üzerinde yazılan ”Keleş ê Reş” romanımın ikinci cildi üzerinde yoğunlaşıyorum, belirli bir noktaya getirdim. Başka bir roman çalışmam daha var. Başlangıcı platonik bir aşk olan, yaşanmış ölümsüz bir aşkı yazıyorum. Çok güzel bir roman ve kendim okuduğumda, hem hüzünleniyor, aynı zamanda his ve sevdalılar dünyasında kayboluyorum. Yitirilmiş aşkları, ölümsüzleştirmeye, yaşatmaya ve canlandırmaya çalışıyorum.
Bence yaşantıdaki her şeyin, aşk ve sevgiyle bağlantısı var. Sevginin olmadığı yerde yaşam anlamsız olur, kalmaz. Sevgiyi yaşayıp, yaşatmalıyız. Ana, baba ve aşkını sever gibi, kendi dil ve aidiyetlerimizi korumalıyız. Elimde ayrıca birkaç yazılmış masal da mevcut.

Hayatı bir şiir, şiiride yaşamın dili ve rengi olarak paylaşıyor ve yazıyorum. Kitap olarak yayınlar mıyım, bilemiyorum...

Ropörtaj & Analiz: Z. Gabar Çiyan

söndag 17 maj 2015

"SEYFO 1915' filmi seyircisiyle buluştu

Turabdin bölgesi, Türkiye ve Avrupa'da yoğun çalışma sonrasında 'SEYFO 1915' filminin çekimi tamamlandı. Film geçtiğimiz pazar günü İsveç'in Södertalje şehri, Estrad film salonunda seyircisiyle buluştu. Salon tıklım tıklım dolmuştu, oturacak yer kalmamıştı.

1915 olaylarını kendine konu alan film, Asuri Suryani soykırımını, olayın şahidlerinin tanıklığı, konuda yetkin araştırmacı ve tarihçilerin yardımıyla aydınlatmaktadır. Olayın başlangıç, gelişim ve sonuçları üzerinde İsveçli yazar ve tarihçi David Gaunt, yazar Taner Akçam, Ragıp Zarakolu, Suryani yazar Jan Bet-Sawoce ve Fehmi Bargello, Alman tarihçi Gabriele Yonan ve uluslararası hukuk uzmanı İsveçli yazar Over Bring detaylı bilgiler vermekte. 

Film, İsveç Asur Federasyonu'nun bir projesidir. Tanınmış rejisör Aziz Said projeyi filme yüklen sorumlu kişi oluyor. Yaklaşık 95 dakika süre film, teknik ve kalite anlamında eksiksiz.

1915 olayları, ittihat rejiminin gayri müslimlerin kırımını esas alan fermanıyla başlıyor. Önce talan ve sürgün geliyor. Yolda, soğuktan ve yemek azlığından kırılmalar, sürgün edilenlere tuzak kurup gruplar halinde yok edilme, planın bir parçası oluyor. Kurtulanların asimilesi, kadın ve kızlarının evlilikle paylaşımı ve pazarlanması yaşanıyor. Ermeni kırımında rejimin rolü ve vurucu gücü direk öne çıkıyor. Suryanilerinki de ise, Diyarbakır valisinın İttihat iktidarından aldığı emri, yöredeki bazı Kürt aşiretleriyle birlikte uygulayarak sonuca ulaşıyor. 

Film gösterilmeden önce Asur Federasyonu adına Afram Yakop kısa konuşma yapıp, projeye destek sunanlara teşekür etti. Daha sonra rejisör Aziz Said kısa olarak fılm çekimine değindi, bilgi verdi. Seyirciler her iki konuşmacıya çiçekler verdi. 

Film, 1915 kırımına tanık edenlerın konuşmasıyla, Midyat'ta başlıyor. Mahallelerde saldırıya uğrayan evlerde halen var olan kurşun izleri gösteriliyor. Toplu saldırı karşısında yaşanılan panikle Suryanilerin Midyat'tan, Aynvardo köyüne kaçışı veriliyor. Tarihçiler ve yazarlar devreye giriyor ve o döneme ışık tutuyor. Analar, o dönemde çekilen acılara değiniyor. Aynvardo direnişi ve kırılmalar geliyor. Filmin sonunda, kalan çocukların toplu olarak trene bindirilip, bilinmeyene yapılan yolculukları ilgi çekiyor.

Yer yer soykırımda rol alan Kürtlerin rolüne değiniliyor. Katılan aşiret ve kişilerden bahsediliyor. Bu arada ölümden kaçan Suryanilere yardımcı olan Kürtler de anılıyor. 

Son yıllarda, sayılı da olsa, 1915 olaylarına ilgi gösteren Kürt aydınları var. Bunların araştımaları kitap ya da makale şeklinde okunmaktadır. 

Seyfo 1915 filminde, ittihak hükümeti eleştirilirken Türk aydınına, yazarlarına çok yönlü konuşma ve olayı analiz imkanı verilmektedir. Ancak filmde, 1915 olaylarında, Kürtlerin rolüne değinilmesine rağmen, Kürt aydını ve yazarlara bu konuda görüş belirtme imkanı yok denecek kadar sınırlı. Filmin bu yönü, dokümenter filmlerde çok taraflı ve tamamlayıcı olma anlamında, daha da güçlendirilebilinirdi. Yapılmadı. 

Analiz: Gabar ÇIYAN

onsdag 29 maj 2013

„Kutsal Kaynaklar ve Mitolojide Kürdler“ yayınlandı


Yazar Faysal Dağlı’nın „Kutsal Kaynaklar ve Mitolojide Kürdler" adlı çalışması okurlarla buluştu. Aram Yayınlarınca yayınlanan kitapta, Bahdîn (Zerdeştiler) olgusu başta olmak üzere, Avesta, Tevrat, İncil, Kuran gibi kutsal kaynaklarda Kürdler ve Kürdistan ile ilgili anlatımlar, olay ve şahsiyetler analiz edilerek, Kürd tarih ve kültürünün insanlığın ortak hafızasının oluşumundaki katkısı inceleniyor. Kitapta, mitolojik anlatımlar ve dinsel kaynaklarda insanlığın ikinci doğuşu olarak ifade edilen tufan üzerinden şekillenen ve Kürdistan merkezli gelişen kutsal söylencelerin, bunun etrafında şekillenen ve günümüze dek ulaşan tarihsel olayların sonuçlarının Kürd ulusal kimliğinin gelişimindeki rolüne dikkat çekilerek çok sayıda olgu ve olay irdeleniyor.

Yazar Faysal Dağlı, kitabın ön sözünde, „Mitolojiyi; ulusların, toplumların ‚masalı‘ olarak küçümseyebilir miyiz?" diye sorduktan sonra, insan kütleleri arasında ortak kimlikler oluşturan birleşik hafızanın köklü, etkili ve varlığımız kadar gerçek olan kısmının mitoloji olduğuna vurgu yapıyor. Dikkatli bir gözün mitolojinin; sosyal, kültürel, politik ve dinsel yaşamımızdaki etkileri ve sonuçlarını görebileceğine dikkat çekiyor.

Modern teorilerin toplumlar ve ulusların; geçmiş, bugün ve yarından oluşan üçgen bir zaman boyutunda yaşadığını değerlendirdiğine dikkat çeken Dağlı, „gerçekten de insan gruplarını birbirinden ayıran, onları sınıf, ümmet, ulus, aşiret, klan, parti, tarikat ve hatta aile yapan en önemli olgunun" yaşadıkları ortak süreçler ve bunun sonucunda yarattıkları ortak değerler, kolektif çıkarlar ve refleksler olduğunu hatırlatıyor.

Ortak hafızada insan gruplarını birbirinden ayıran veya birleştiren olguların başında büyük atalarından devraldıkları, yaşadıkları ve gelecek kuşaklarına bırakacakları anılardan ve o anıların kalıntılarından oluşan maddi-manevi miras olduğunu ifade eden yazar, insanın maddi ve manevi kültürünü, davranış biçimlerini Marks‘in deyimi ile "üstyapısını" oluşturan unsurların tarihin dehlizlerine uzanan değerler silsilesinde gizli olduğunu söylüyor. Bu manevi kültür veya değerlerin üstünde şekillendiği temelin bileşenlerinden birinin de mitoloji olduğuna vurgu yaparak günümüz uygarlıkları arasında süren "kültürler savaşı" ve öteden beri süregelen etnik konfliktlerin, dinsel, mezhepsel savaşların, soykırımlar, ve boğazlaşmaların mitolojik simgeler üzerinden yürüyegeldiğine dikkat çekiyor.

Geçmişimizin günümüze taşan ve yaşamımıza yön veren kodlarının da mitolojinin "yalan ve gerçeklerinde" gizli olduğuna, belki de dünyanın anlamı ve düzeninin, insanın doğa ile ilişkilerinin bile bu "masallar" üzerinden şekillendiğini söyleyen Dağlı, „belki de karakterlerimizi şekillendiren ve bize kader olan olgu da bugünkü yaşamımız ile atalarımızın "masalları" arasındaki bilinç köprüsü olduğunu vurguluyor.
Mitolojinin kendisi kadar, onu bilmenin de önemine dikkat çeken Faysal Dağlı, mitolojinin önemli bir bileşeni olduğu tarih bilincinin sosyal varoluşun esası olduğunu hatırlatarak, bu bilincin özellikle uluslaşma yolculuğunda bilinen tecrübelerde bir pusula görevi gördüğünü ifade ediyor.

Kitap özellikle Mezopotamya ve Kürdistan’da şekillenen, evrensel mitolojiyi ve günümüz insan gruplarının ulusal, sosyal, politik ve dinsel yaşamını ve birbirleri ile ilişkilerini etkilemiş olan yerel mitolojinin veya kimi tarihsel süreçlerin Kürdler ve Kürdistan’la ilişkilerini aktarıyor.

Kitapta; Kürdistan ve çevre bölgelerin; ilk uygarlıkların, ilk kahramanların, eski zaman tanrılarının, peygamberlerin, azizlerin, dinlerin ve olağanüstü olay ve öykülerin, yıkımların ve yaratımların, savaş ve barışların yaşandığı ve anılarının mitolojinin masalımsı dili ile günümüze ulaştığı merkezler olduğuna dikkat çekiliyor.

Kitabın bir bölümüne ismini veren "sessizlik burçlarının" Zerdeştilerin ölülerini günah ve kirlerinden arınsın diye bıraktıkları yükseltilere verdikleri isim olduğuna vurgu yapan Faysal Dağlı, şöyle diyor: „Varlıkları yadsınmanın, asimilasyonun ve yok edilmenin dayanılmaz baskısı altında olan Kürdlerin, tarihin soğuk "sessizlik burçlarında" terk edilmelerine rağmen, onlara yaşama enerjisi ve yeteneği veren, "burçlarda" çürümelerini engelleyen ruhun da "sessizlik burçlarına" sinen atalarından miras hafızaları olduğu dikkatli bir göz tarafından görülebilir."

Kutsal kaynaklardaki araştırmaların dışında Newroz, Med uygarlığı, Anabasis, Gilgameş Destanı, Aleksander'in Kürdistan seferinin sonuçları gibi çeşitli konuları da inceleyen Dağlı, çalışmasının amacının „insanlığın büyük hikâyesinden çıkarılmak istenen, bu öyküdeki emekleri, ortaklıkları, varlıkları, sahiplikleri görmezden gelinen Kürdlerin geçmişlerini sahiplenme, tarihlerini bilme, hafızalarını tazeleme çabalarına bir katkı" olduğunu ifade ediyor.

Editörlüğünü Vedat Çetin‘in yaptığı kitap Aram Yayınlarının Araştırma dizisi içinde yayınlanan kitap için 2001-2009 yılları arasında çok sayıda akademisyen, araştırmacı, din adamı, yazar ve ilgili ile söyleşiler, uzun görüşmeler yapılmış ve farklı dillerde çok sayıda kaynak incelenmiş. Kitabın kapağını ünlü Kürd ressam Ahmet Güneştekin'in "Cenettin Kapısı" adlı tablosu süslüyor. Kitap Amed TÜYAP Fuarında Aram Yayınları standında bugün okur ile buluştu.

Yazar hakkında:

Amed'de (Diyarbakır) doğan Faysal Dağlı Dicle Üniversitesi’nde dil ve edebiyat okudu. 1988 yılında gazeteciliğe başladı. Çok sayıda gazete ve dergide yazarlık ve editörlük yaptı, dokümanter filmler çekti. Özgür Gündem (1992), AK News (2008) gibi medya organlarının kurucuları arasında yer alan Dağlı, Le Monde diplomatique kurdî (2009) gazetesinin de kurucu editörüdür. Dağlı, 1995 yılından bu yana Almanya’da yaşıyor. Yazarın edebiyat, tarih ve aktüel konularla ilgili yayınlanmış kitapları: Brakuji (1994, Belge Yayınları), Ateşten Portreler (1996, Belge Yayınları), Nameya Dicle (2001, Peri Yayınları), Uzak Yazılar (1999, Mezopotamya Yayınları) Şerî Navxweyî Kurd (2000, Weşanxaneyî Kurdistanî Emro), Welatê Me (2003, Mezopotamya Yayınları), Bircên Bêdengiyê (Evra Verlag, 2005, Weşanên Spîrêz, 2008)

Edinme adresi: Aram Yayıncılık Huzurevleri Mah. Sıtkı Göral Cad. Kurdi-Der Binası Kat3/3 Kayapınar / DİYARBAKIR Tel: 0 412 238 30 71 email: info@aramyayınevi.com

lördag 27 april 2013

Gazeteci Cevat Korkmaz'ın önemli çalışması: Kürt Kapanı







Kürt Kapanı, araştırmacı gazetecilik yöntemi ile yazılmış bir eser. Bu eserin hazırlanmasındaki emek büyüktür. Masa başında değil, mesleki ve bölgesel riskler göz önüne alınıp, kuzeyden güney Kurdistan'a uzanan sınırı ve yol üzerindeki karakolar aşılarak olayın ana merkezine gidilip hazırlanmıştır. Sıcağı sıcağına gözlemler aktarılmıştır. O dönemde, sesi kıstırılan ve düşünceleri kamuoyu ile paylaşılması engelenen Kürt halkının acılarını yansımayı başarılmıştır. Kürt siyasi yetkilileri ve kendi ülkesinde göçmen edilen halk ile yapılan söyleşileri yaşantılardan fotoğraflarla belgelemektedir. Yayınlanmamış belge niteliğindeki açıklamaları duyurmuştur. Eldeki ham maddeyi, bilgi, deneyim ve görmüşlüğün tecrübesiyle yoğurup, işlemiştir.

Kitabın bir diğer özelliği ise, detaylarıyla yazılmayan yakın tarihimizin bir kesitine şahitlik etmesidir. Dünyanın birçok yerinde kullanılan ve makbul görülen bir yöntemle (oral history) yakın tarihimize ışık tutmaktadır. Diğer bir deyişle, olay yerine giderek inceleyen, görüşü alınmayan tarafın kahramanlarıyla yapılan söyleşilere yer verip, bununla ilgili belge ve fotoğraflarla yakın tarihin yazılmasını sağlanmış olmasıdır. Ya da bunları yaşayanlarla yapılan söyleşilerin derlenmesi de denilebilir. Kısacası, 'konuşarak, şahitleri dinleyerek ağız yolu ile yazılan tarih'tir bu.

KITABIN TARİHSEL ÖNEMİ


1990 sonlarında, Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan bölgesel gerginlik, BM'in, Irak güçlerinin Kuveyt'ten çekilmesi için, 1991 yılı ilk ayının ortalarına kadar süre vermesiyle doruk noktasına ulaşıyordu. Sürenin bitimiyle, Körfez Savaşı'nın startı da verilmiş oluyordu. Savaşta kırılan Saddam güçleri, BM Güvenlik Konseyi'nin koyduğu tüm şartları kabul etmek zorunda kalıyordu.

Savaşın başlamasıyla birlikte, Irak içindeki dini ve ulusal azınlıklar ayağa kalkıyordu. Ülkedeki en büyük muhalif güç şüphesiz ki, Kurdistan'ın güneyindeki Kürt özgürlük mücadelesi idi. Peşmerge güçleri, tarih boyunca hem kırılmış hemde başarılar elde etmişti. Şimdi ise, dünya kamuoyuna, kimyasal silahları kullanarak soykırım suçlusu olan bu rejim ile birlikte yaşamanın artık mümkün olmadığını anlatmaya çalışıyordu. Kürt hareketi, örgütlenmesini güçlendiriyor ve yeni mevziler elde ediyordu. Fakat sivil halkın kimyasal silah korkusu devam ediyordu. Ve yüzbinlerle ifade edilebilecek büyük bir göçe hazırlanıyordu. Ne idi bu korkuya neden olan sebeb?

ENFAL SOYKIRIMI'NIN BIRAKTIĞI KORKU

Saddam Hüseyin'ın kuzeni ve Irak eski savunma bakanı Ali Hasan el Mecid (Kimyasal Ali) Kürtlerin sonunu getirecek, onların soyunu yok edebilecek bir planı hayata geçirmek için, 1986 yılında hazırlıklarına başlıyordu. Plan, Saddam Hüseyin'ın onayını alıp, desteğiyle devreye sokuluyordu. Soykırım planı, 1988 yılının Mart ayında Halepçe şehrinin kimyasal silahlarla bombalamasıyla doruk noktasına ulaşıyordu.

Soykırım sonrası yapılan ilk tespitlere göre, öldürülenlerin sayısı 200 binin üzerinde idi. 4000 köy haritadan tamamıyla silindi. Onbinlerce kişi sakat kaldı. Binlerce kişi göç etti.

İsveç'li tanınmış tarihçi Dawid Gaund, Saddam rejimi tarafından sistematik olarak ortadan kaldırılan köylerin, satelit aracılığıyla ABD tarafından görülmesine rağmen sesiz kalındığına işaret etmektedir. Dr. İsmail Beşikçi Hocam, Halepçe Katliamına denk gelen günlerde, 20 Mart 1988 Kuveyt'te toplanan İslam Ülkeleri konferansı, Kıbrıstaki Türk azınlığı ve Afganistan sorunu ele alıyor. Ancak, büyük bir kesimi İslam dinine bağlı Kürtlerin soykırımını görmemezlikten geldiğine işaret etmekte.

İşte sivil halk bunu yaşamıştı. Biliyordu. Soykırım, dünyanın gözü önünde olmuş, sesiz kalınmış, çok sonraları bu gündemlerine gelebilmiş idi. Sivil halkın genç kesimi rejim karşıtı savaşta yerini alırken, savaş bölgesinden, tehlikeden kaçan sivil halkın göçü engelenemiyordu. Zira bunların yaşamlarını garanti altına alacak, onları kimysal silah saldırısından koruyacak güç yoktu. Ve yüzbinlerce insan ülkesinin kuzey sınırlarına doğru yol alıyordu.

İşte Araştırmacı gazeteci Cevat Korkmaz, 'Kürt Kapanı' adlı bu kitabında, hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığımız, 1991 yılının ilk dört ayında yaşananların dökümünü yapıyor. Sınırda olabilecek tehlikeleri bile bile yola çıkıyor ve hepsini aşarak Kurdistanın güneyine geçiyor. Orada, hareketliliğin en sıcak yaşandığı yaşam yerlerinden dönemin notlarını sunuyor. Ve göç eden yüzbinlerin yaşadıklarını aktarıyor.

KİTAPTAN ÖNEMLİ BÖLÜMLER

Daha Kurdistan Federe Bölgesi'nin yapılanması ortada yok iken, olabilecekler konuşuluyor. Diyana kasabasının güvenliğinden sorumlu Mustafa Neveyi 'Kururlacak Kurdistan'da Cumhurbaşkanın Mesut Barzani' olacağı konusundaki belirlemesi ilgi çekicidir.

Korku ortamında terkedilen Diyana ve Hewler şehirlerinden içler acısı manzaralar verilmektedir. Susuzluk, ilaç yetersizliği, bulaşıcı hastalıkların tehlikesi ve ilkel yöntemlerle hastaların tedavisi. Bu manzaranın bugünkü nesiller tarafından bilince çıkartılmaldırı ki, kazanılmış tüm değerlerin kıymeti bilinsin.

Yazarın deyimi ile, göç eden kerdeşlerine kucak açan, ekmeğini paylaşan ve acısını kendi acısı gibi bilen Kurdistan'ın kuzeyindeki insanların yaptıkları fedekarlıkların unutulması vurgulaması önemlidir.

Bugün dahi Kürtler arasında değişmeyen vurgu ' Kerkuk Kurdistan'ın kalbidir. Kerkuk olmasa Kurdistan'da olmaz''ın o zamanlar bir peşmerge tarafından söylenmesi, binlerce kilometre birbirinden uzak olan Kürtlerin, ortak özlemlerinin ifadesi olarak bu kitapta da öne çıkması çok duygulandırıcı ve önemlidir.

Bir ananın dinmeyen acıları. Savaşın acımasızlığı ve bu acımasızlığın yaratığı ortam. Kürtlere savaşmaktan başka çözüm yolu bırakmayan rejimlere karşı bir ananın tutumu, kalan tek oğlunu peşmerge saflarına yollayan ananın tavrı birçok dile çevrilip dünya kamuoyu ile paylaşılmalıdır:
- Peşmergeliği neden seçtin?
- Halepçe'de ailem katledildi. Bir tek anam hayatta. Onunda gözleri görmüyor. Kardeşlerimin öcünü almasam hakkını helal etmeyeceğini söyledi.

Ve Türkiye'nin Kürtlere karşı bitmek bilmeyen ırkçı tutumu, okumamış, en uzaktaki bir Kürt köylüsünün dahi, Kurdistan'ın diğer parçalarında haberdar olduğunu hem üzülerek hemde sevinerek öğreniyoruz. Kuzey Kurdistan'ın sınır köy ve kasabalarına yaklaşan yüzbinlerce Kürt göçmeni sınırda bekleyen Türk güvenlik kuvvetlerinin zorluklarıyla karşı karşıya kalarken, Irak'lı Türkmenlere kapılar sonuna kadar açılıyordu.

'Bizler, adı duyulmamış işlenmeye devam eden bir suçla karşıyayız', demişti başkan Winston Churchill. Bu söz yahudilerin, Nazilerce vahşiyane bir şekilde topluca soykırıma uğratıldığı Baltık Ülkelerinden gelen haberlerden sonra, 1941'de söylemişti. Aslında soykırım suçu tarih boyunca çok defa işlenmiş olmasına rağmen, adı konulmamış, uluslararası hukukta yerini almamış bir suçtu. Polonyalı Hukukçu Raphael Lemkin'in (1900-1959)bitmek bilmeyen araştırma ve uluslararası çabasıyla bilimsel tanımı yapıldı soykırımın ve hemde uluslararası hukuktaki yerini alıyordu. Grek ve latin harflerinden oluşan iki kelimeyi 'GENO' yani halk, ırk ve 'CİDE' öldürmek yok etmek 'Genocide', yani soykırım anlamına gelen tanımı hukuk diline de yerleştirmiş oluyordu. İşte adı konulmayan bu vahşi uygulmaya tabi tutuldu Kurdistan'ın güneyi. Kimyasal silahların kullanımı ve toplu kıyımlar birbirini izledi. Savaş meydanında mertliği bitirmişti bu silahlar. Göç eden halka soruyordu Korkmaz: - Nereye gidiyorsunuz?
- Türkiye'ye.
- Neden kaçıyorsunuz? Neden direnmiyorsunuz?
- Kimyasal silaha karşı kim direnebilirki?

Kitabın en önemli bölümlerinden birisi de şüphesizki Hizbullahe Kurdistane lideri Şeyh Muhammed Halit ile yapılan uzun söyleşisidir. Halit'in o dönemle ilgili açıklamaları, Saddam'ın Kürtlerden bir gönülüler ordusu kurma girişimi ve bunların kullanacağı alanla ilgili bilgileri önemli. Hizbullah'ın Kurdistan'da ve bulundukları ülkelerdeki çalışma sistemleri ve karar almada hangi noktaların öne çıktığını çalışmanın önemini daha da artırıyor. Halit'in 'Saddam işbaşından gidecek. Cumhuriyet muhafızları mutlaka yenilecek. Kürtler haklarına kavuşacaktır. Hiçbir güç buna engel olamaz' belirlemesi, bölgedeki bugünkü durumu ile karşılaştırıldığına, Kürt siyasetinin uluslararası siyasete yerini aldığı, Kürtlerin pay sahibi olduğu ve ne kadar olgunluştığının kanıtı olsa gerek.

Kurdistani cephenin o dönemde, Türkiye, İsrail, İran ve ABD ile olan ilişkilerine de yer yer değinilen çalışmada, dış politikada izlenilen yol ile ilgili bazı saptamalar yapmak mümkün.

Sonuç olarak, bu eser okunması gerekli olan değerli bir çalışma. Yakın tarihimzden önemli sahifelerine ışık tutan bir dökümentasyon.

CEVAT KORKMAZ

Bölgemizde, araştımacı gazeteciliğin tanınmış isimlerinden birisidir Cevat Korkmaz. Tanınmış gazeteci Aziz Korkmaz'ın oğlu. Uzun yıllar Diyarbakır'da gazetecilik yaptı. Çok defa Kurdistan'ın güneyine gitti. Başkan Mesut Barzani ve diğer liderlerle görüştü. Amed'te kurduğu Ortadoğu Haber Ajansı ile birçok önemli habere imzasını attı.

Kürt Kapanı adlı kitabı, Kurdistan'an dönüşü hemen sonrasında, sıcağı sıcağına 1991 Nisanın sonlarında Yurt Kitap-Yayın tarafından basılmıştı. Cevat Korkmaz'ın gazetecilikteki en önemli özelliği, haberi ana kaynağından ve birinci elden vermesidir. Sıcağı sıcağına yazması, heyecan ve yaşadığı aksiyonunu katmasıdır. Çalışmasını, güçlü fotoğraflarla ve karelerle beslemesidir. Kalbinden geçenleri, bütün temizlik ve saflığıyla okuyucusuyla paylaşmasıdır.

Korkmaz, ülkedeki politik yaşamdan soyut olmamıştır, habere yorumunu katmaktadır. Tahminlerinin önemli bir kısmı doğru çıkmaktadır. Ancak olabilecek yanlışlıkları da peşinen söyleyebilecek cesaretedir. Cevat, araştırmacı gazateciliğini, bölgesinde başka gazetecileri de yetiştirmek süretiyle paylaşmasını bilen bir kişi. Sansürün geçilmez olduğu 12 Eylül yılları sonrası, Özal ile başlayan dönemlerde bile kendine has bir haber üretim biçimiyle, tutarlı, ölçülü ve kaliteli bir haber tekniğinin yanında, denenmemiş kelimeleride katarak, bölgedeki gazetecilik diline ahlaki ölçüler kazandırmıştır. Sıradan gazeteci olmamaya özen göstermiştir.

Analiz: Gabar ÇIYAN & EuroKurd News

måndag 8 oktober 2012

Suryani Şair Yusuf Dikmen’den yeni bir kitap: ‘Özlemin adı vatanmış’



‘Özlem’ insani bir duygudur, sevilene yönelen hasretin ifadesidir. Hasretlik, eğer doğduğun topraklara ise ve sürgünde yaşamaya mecbur edilmişsen, ateşten bir acı olur adeta. Dinmeyen, iyleşmeyen ve giderek ruhu ve vucudu saran acılı bir aşka dönüşür. Sevgi ve bağlılık yüklenir bu aşka. Yükselir ve büyür Mem’in aşkı olur, kutsalaşır Mor Gabriel ve Laliş’in rengine bürünür.

Her bir zülmü iki kat daha katmerli gören ve yaşayan bir halkın şairi olmak zor. Hem kimliği hemde dini suç sayıldı Suryanilerin. Bir suça iki ceza verme yöntemi uygulandı hep. Her hakaret, katliam, soykırım ve baskıyı bir kere değil, aynı acıyı iki defa yaşamak ve iki defa ceza almak var tarihlerinde. Sürgün yaşamı var. Ve parçalanan vucuda acımamak, O’nu benliğinden çıkartmak için asimilasyonu her gün tatmak ve yaşamak var. Bunu şiire dökmek kolay değil.

Bir şairden bahsediyorum. Güzel ülkemin şairlerinden önemli bir isim. ‘Mezopotamya’lı, daha doğrusu ‘Tora Evdînê’ ya da ‘Turabdin’in bağrından çıkmış bir yazar, bir şairden bahsediyorum. Yusuf Barsaumo Dikmen’dir bu güzel insanımız.  ‘Özlemin adı vatanmış’ bu eserinin ismi.

Bir haftadır okuyorum, Yazar ve Şair Yusuf Dikmen’in şiirlerini. Bir haftadır, ülkemin güzelikleri arasında seyahat şansını yakalıyorum. Bir de bölge tarihimizin kara sahifeleri kabus oluyor, insan çığlıklarıyla uyanıyorum gece yarıları. Bazen de umutlanıyorum, şairle birlikte güzel yarınları yakalamak için koşuşturuyorum.

Hasret’ şiirini ünlü Ermeni müzisyeni rahmetli Aram’ı hatırlatıyor bana. Bir bayanın erkek kardeşine ‘were were keko were, li welatê xwe vegere’ şarkısında, ülkeye dönüş çağrısının Suryanicesini, daha derine inerek yapıyor. Farklı bır üslupla. Bir Suryani ananın sürgündeki oğluna hasret kokan feryatları  var burada, özlemle yüklü:

Belim büküldü,
Ömrümü çürütüm senin için,
Şimdi sen uzaklarda
Ben ise burada unutuldum
Gözlerim yollarda
Gelir mi acaba, diye beklemekte...

Dut ağacını bilir misiniz? Sarı ve kızıl olanının tadına baktınız mı hiç? Kalp yarasına birebirmiş, derler bizim oralarda. İçilesi berrak su gibi öpesin geldiği dudaklara da sürüldüğü doğal bir güzellik kaynağı aynı zamanda. Paskalya da renk verir yumurtalara derdi, Suryanı assılı amcamız da öte, rahmetli Yusuf Dursun. Püresini dondurma üzerinde tadan var mı? Pekmezinden tadan var mı? Bir de şarabı yapılıyormuş Midyat’ta gizliden gizliye. Kıymetli ve özel bir şarap. Sadece dostlara ikram edilirmiş, düğünlerde ve dostların bir araya geldiği günlerde. Bir de kış aylarına saklanan kurutulmuş dutu tadan var mı? Ihlamura karıştılmış çayından içen bilir tadını...
Şair Dikmen, ‘dut ağacı altında’ yapılan sohbetlere değiniyor ve Turabdin’deki dut ağacına başka bir güzelik ve anlam yüklüyor:

Binlerce yıldır gölgesinde oturmuşuz
Uyuyup uyanmışız
Ve binbir rüya görmüşüz
Masal, efsane ve hikayeler anlatmışız
Her gün ve her gece...

Asur kadınları omuzlarında
Taze ve sıcak tandır ekmekleri beraber
Ve kuyudan gelen buz gibi su ikram edilir
Anılar anlatılırdı dut ağacının altında...

Kervan’ şiiri çok şey anlatır aslında, umutla yarına bakanlara. Rahatız eden, önüne çıkan engelere kulak asmama, duymama ve ezip geçme. Her türlü zorluğu aşıpta yola devam etme ve murada ermenin umutlarıyla dopdolu bir şiirdir ‘Kervan’:

Sabır tükenir derler
doğru mu?
Ben ise sabrı tükenmişlere
ve tükenmemişlere rastladım.
Umutlara ecele etmek
Gerekmez derler biliyor musun?
Gecenin kapkaranlığında
Durmadan köpekler havlar
Gece sesizliğini rahatsız eden
Ve giden kervancılara karşı.

Bir can değil, yüz değil, bin değil, tam yetmiş bin kişinin kıyımından bahsetmek ve bunu şiire dökmek zor. ‘Bir sahne’yi okumak acı veriyor insan ruhuna. Anlatılması ve anlaşılması zor bir olay. Bölgemizın kara sayfalarından birisinden bahsederken, olay şahidi seksen yaşındaki bir anayı konuşturuyor şairimiz:

Yetmişbin Asurlunun katliamını gözlerimle gördüm
Ölü cesetlerden koparılan kafaların tepeden
aşağıya doğru yuvarlanmalarını unutulmuyor oğlum...

Ve ‘düşünmek’. Ülkesi talan edilen, kültürü ve dili yok sayılan ülkemin şairi düşünmenin de kendisi için suç olduğunu bildiği halde, korku salanlara adeta insanlık dersi verircesine, insan olan herkesin düşünebilme hakkını hatırlatırcasına, derinliğe dalıyor:

Düşünmek sana mı düştü dediler
Bende onun için
Doğdum doğalı hep düşünmüşümdür
Düşünerek yola devam edip
Beklemden yolcuların gelişini
Yola düşüpte hiç durmadan yürümek
İleriye doğru devam etmek istiyorum.
Düşündükçe de
Bir düşüncenin ardından
Yeni bir düşünce doğmakta
Böylece her düşünce yeni bir düşünce peşinden gidip
Yenisini doğurmakta
Onun içindir ki bende düşünüyorum
Her düşüncemin ardından yeni bir düşünce doğsun diyorum
Ve böylece ardı bitmez
Yeni düşünceleri bırakmadan
Devam edip gidiyorum
Yeni bir düşünce yeşersin diye.

Özlemin adı vatanmış adlı şiir kitabında vatan özlemi ve ülkeye olan hasret ve aşk ön plana çıkmakta. Kitap, Stockholm de 2009 yılı sonunda yayınlandı. Arjovi yayınları arasında çıktı. 160 sahifeden oluşan kitabı barsaumo@hotmail.com adresinden temin etmek mümkün.

Şair Yusuf Dikmen’e neden özlemın adı vatanmış, sorusunu sorduk

Ülkeme özlem duymam doğal bir şey, çünkü o ülkede doğdum ve orada büyüdüm. Küçüklük ve gençlik yıllarımı yaşadım orada.  Dağları, toprakları, taşlarıyla . Havası, kültürü, tarihi, örf ve adetleri kendimden bir parça. Onların doğal bir parçası olduğumdan ve bunu böyle içten hisettiğimdan dolayıdır ki şiirlerimde bu güzeliği anlatmaya çalışıyorum.

Her yanıyla vatanım orası, güzelliğiyle, eleştirilecek yanlarıyla, sevgisi ve kahramanlığıyla değinmeye özen gösteriyorum. Foto karelerini bindiriyorum şiirlerime, ülkemden manzaralar sunuyorum okuyucuya. Mesopotamya ve Turabdin’le bağlılığımı, hayalerimi ruylarımı anlatıyorum ve geleceğe umutla bakıyorum, baktığımı anlatmaya çalışıyorum. Bu özlemler ve hasretir bizi ve umutlarımızı canlı kılan. Umutla ve inatla bu özlemi yazma, bu özlemi çocuklarımıza anlatma gereği için, özlemin adı vatanmış, doğdu.’

Yusuf Dikmen kimdir?

Bizler onu ‘Barsaumo d´beth Gauro’ olarak tanıyoruz. Barsaumo diyoruz Yusuf’a.

Mesopotamyalı, güzel ülkemin yazarı Dikmen aslen Urdnus/Arnas köyunden. 1976´dan beri Isvec´te yaşıyor. Asuri/Suryani organizasyonlarında, dernek ve federasyonunda faal bir aydın. Yönetim kurularında yer almış. Halkın sosyal sorunlarıyla yakından ilgilenen önemli bir kişilik.

 1984 yıllından beri Isveç Sosyal Demokratlara üye. SIOS- Birlesik Göçmen Federasyonlarının yönetim kurulunda Asur federasyonun temsilcisi olarak 10 yıl aktif olarak yer aldı.

Değisik gazetelerde şiir ve makaleleri Isvecce ve Türkçe olarak yayınlanmakta. Antoloji denemesi dışında 3 şiir kitabı yayınlandı. Bunlardan ikisi Isveç dilinde ve diğeri Türkçe:

- Assur i Exil, 2004 (Isvecce)
- Moder assyria, 2005 (Isvecce)
- Özlemin adı vatanmış, 2009 (Turkçe)

Hacı Şero efendi nasıl hamile kaldı

Biliyorum, sinirlenecek, ”erkekler hamile mi olur mu?”, diye soracak ve bana kızacaksınız. Haklısınız efendim. Sizin yerinizde olsam, bend...